SEVİNÇ ERBULAK: bkz. SATIR SATIR OKUNMASI GEREKEN BAŞUCU KİTABI

 

2001 yılında geldiğim İstanbul'da hemen gidip görmeyi istediğim tek yer vardı henüz bavullarımı yurda yerleştirmeden. Çengelköy... Yaşamıştım çünkü orada, hem de 10-14 yaşlarım arasında. Musti'den ekmek alırdım hafta sonu sabahları, sıcacık. Sermet Dede mutlaka "kafanı ört derdi" köşesinden. Nihat Amca'nın kahvesinde annemle babam sohbet ederdi. Fiko ve Nihat Amca'yla çaylarını yudumlarken, ben oralet içerdim. Bizim de bahçemiz vardı evimizin arka tarafında, yatır olduğu bile söylenirdi. İşte 4 yıl boyunca her cuma akşamı ben orada yaşadım. Zeynep oldum her hafta. Öyle ki aradan yıllar geçti kızımın ilk adını Zeynep koydum.

Süper Baba dizisindeki Zeynep karakteri ile hayatımıza giren Sevinç Erbulak'la aynı masada otururken ellerimdeki kağıt parçalarının titremesi bundan. "Merhaba Zeynep" desem kızar mı acaba? Bakalım…

 

Merhaba Zeynep...

(kızmadı :) )

 

24 yıl olmuş siz hayatımıza gireli. 24 yıl önce de aynı umutlu gözlerle bakıyordunuz şimdi de. O zamanki Sevinç'le (ki benim için hala Zeynep) şuan ki Sevinç hala aynı umuda mı tutunuyor? Yoksa Sevinç Erbulak umutları zamanla kırılsa da yeni umutlarla hayata kafa tutan bir Zeyna mı?

 

Umut hep var. İnsanı hayvandan ayıran da diyemeyeceğim, çünkü hayvanlarda umut edebiliyor bence, amipten tek hücrelilerden ayıran şey umut. Düşünebilme yetisinin bir uzantısıdır umut. Düşünebilen herkes umut edebilir. Umutsuzluk ise bu anlamda saklanılan bir dehliz olabilir. Yaşadığımız ülkeye baktığımızda umutlu konuşan insanları görünce "bu nerede yaşadığın farkında değil mi" desek te ilk refleks olarak, sonrasında aklımıza gelen soru şu oluyor "peki ne yapacağız bu kadar kararınca? Umutsuz mu yaşayacağız?" Bunu, -yaşayan ilk insanların- sapienslerin karanlıkla ilk defa karşılaşmasına benzetiyorum. Düşünsene ilk defa karanlık oluyor, güneş batıyor ve bir daha doğacak mı kimse bilmiyor? Umut edebilenler hayatta kalıyor, umut edemeyenler ya ciddi bir endişeye kapılıyor belki de ölüyor. Eminim böyle bir gecenin sabahında "ben size demiştim" diyen umutlu insanlar vardı. Bir sonraki karanlıkta korkmamayı öğrendiler böylece. Ama ertesi gün belki ava giden erkek her gün geldiği saate gelmedi evine ve onu bekleyenlerin umudu kırıldı. Bir sonraki gün ise başka umutlara bağlandılar. Yani umut ederek yaşamın devamını sağlamanın bize çok eski atalarımızdan gelen bir öğreti olduğunu düşünüyorum. Özellikle en umutsuz anlarda devreye girmesi yaşamın devamını sağlayan bir mucize aslında. Mesela biz röportaj için buluşmadan az önce Nuriye ve Semih açlık grevini bıraktı. Bu bence süper bir sonuç. Çünkü yaşam kazandı aslında. Çünkü hiçbir sistem, hiçbir iktidar, hiçbir muhalefet, hiçbir meslek onların kalp atışlarının yavaşlama veya durma ihtimalinden değerli değil. Bir canlının ölümüne seyirci kalmak veya onu döverek, vurarak bilinçli şekilde öldürmek umudu öldürmekle eşdeğer olduğu için bu gelişme umudun ta kendisi. Maalesef ülkemiz de dahil olmak üzere tüm dünyaya yayılan bir kötülük metastazının içinde yaşıyoruz. Tüm farklılıklarımıza rağmen bizim gibi bir arada yaşayabilen toplumlar -ki bizim toplumumuzun gerçekten çok güzel olduğunu biliyorum-, bu kötülük metastazına meraklı kişiler tarafından yönetiliyor. Neredeyse bütün dünyada aynı şekilde hem de. Biz büyük çoğunluğu Müslüman bir ülkede yaşıyoruz, bir başkası çoğunluğu Hristiyan, Musevi veya Budist. Ben bütün inançlara saygı duymakla birlikte inançlı biri değilim. Ancak biliyorum ki, tüm bu inançlar "kötülük yapmamak" konusunda hemfikir. Hepsinin amacı bu. Kötülük yapmamak, umudu öldürmemek. Bu öğretinin inanılıp uygulanmadığı zamanlar yaşıyoruz dünya olarak. Ama başta dediğim gibi umut hep var. Çünkü çocuklar doğurduk, sorgulayan, farkındalığı yüksek, birbirine saygı duyan çocuklar bunlar. Bu yetilere sahip olmayan bir çocuğa, ders çalışırken evcilik oynarken bu yetilerden birini kazandırabilirlerse, o çocuk evine gidip anne babasının davranışını sorgulayacaktır. İşte sana umut…

 

O zaman "Umut insanda" diyoruz, Nazım gibi…

 

Ve hep var. Tabi Süper Baba'nın Zeynep'inin ve Baba Evi'nin Bilge'sinin umutlarını çok başka yerde saklamak lazım. O dönemi bütünüyle pamuklara sarıp saklamak lazım hatta. Dünya geneli artık o kadar yumuşak bir yer değil artık. Şiddet her yanımızda. Sadece şehitlere üzülmüyoruz, çocuk kadın erkek hayvan akraban arkadaşın, herkes bu şiddetten kötülükten nasibini alıyor. Ve eziyet gören kendisi de eziyet etmeye başlıyor. Zaman zaman azalsa da bu zinciri kırabilecek tek şey umut. Tam da bu yüzden Nuriye ve Semih'in açlık grevini bırakmasına çok sevindim. Umudum perçinlendi. Onlara sağlık diliyorum. Ve biran evvel mesleklerine dünyanın herhangi bir yerinde başlamalarını diliyorum. Çünkü yaptıkları zaten amacına ulaştı, dünyanın dönüşünü değiştirdi. Farkındalık yarattı, dahası umut yarattı.

 

Benim de umudum perçinlendi sizinle konuşunca. Yıllar önce dizilerinizi izlerken perçinlenen umudum gibi. Hatırlıyorum, Süper Baba'nın ardından Baba Evi vazgeçilmez dizilerimizden olmuştu. Son yıllarda hiçbir diziyi izleyemeyen ben, o dönem dizilerini hala internetten izliyorum. Hepsi öylesine naif ve bizden ki... Eve ayakkabıyla girilmeyen, anneannelerin babaannelerin köm köm oturmayıp bizlerle oyun oynadıkları dizilerdi hepsi. Ardı ardına canlandırdığınız karakterler Zeynep ve Bilge ile belki de gençliğimizin ilk idollerinden biri oldunuz. Her iki karakter de alışılagelmiş düzene karşı çıkarken domestik yanımızı da okşayan, savaşçı, inatçı genç kızlardı.

Aslında bu dönem medyasının toplumu şekillendirdiği gibi o dönem medyası da aynı misyonu yaşatıyordu. Tabi şuan genç kızlara "zengin koca bulun evlenin" olgusu veren diziler henüz türemediği için, sizler hayatımızda hep bambaşka yerlerde kaldınız. Bu değişim için ne düşünüyorsunuz?

 

Televizyon diye bir afyon kalırsa 3800 yılında da medya toplumu şekillendirmeye devam edecek, neye ihtiyaç varsa onu yaparak tabii. Demek ki o yıllar bahsettiğin aile yapısının, bayram ayakkabılarının olduğu, teknolojinin bizleri kelepçelemediği bir dönemdi. Mesela telefon F tipimiz değildi. "AKM'nin önünde 13.00da buluşalım" dendiğinde konu yoruma kapalıydı. Verilen sözler de sözdü tabii o zamanlar. Serde erlik vardı. Şuan ne AKM ne de o sözler var. Ama buradan çıkaracağımız sonuç "çok güzel günlerdi, şu halimize bak" olmamalı. Çünkü neye ihtiyacımız varsa öyle şekilleniyor. Herkes şikayet ediyorsa mafya dizilerinden, onların medyada kalabilmesine imkan yok. Müzik için de aynı şey geçerli. Günümüzde bir sürü televizyonsuz evler gelişmeye başladı. Çocuklar televizyondansa interneti tercih ediyor. Artık Amerika'ya gitmek sıradanlaştı mesela çünkü elimizdeki telefonla bir tuşa basınca orada oluyoruz bir anlamda. Teknolojinin doğru kullanımında, aynı paydada bulunan insanları birleştirmesi ve dünyayı küçültmesi anlamında çok sevmekle birlikte, bahsettiğin iki dönem arasındaki değişikliğin ana sebeplerinden biri olduğunu düşünüyorum. Ben asıl bundan sonrasıyla ilgili çok endişeliyim. Robotların tiyatro yaptığı hatta yalnız insanların robotlarla seviştiği, robot hizmetçilerin olduğu bir döneme doğru gidiyoruz. Sonrasında yaşayacaklarımız beni endişelendiriyor.

Belki amip yaşamına geri döneriz.:)

İnşallah. Benim en büyük ütopyam bu. Ben göremem ama bunun olmasını çok isterim. Henüz teknolojinin bu kısmında değiliz.  Kulağa şimdi saçma gelse de belki önümüzdeki yüzyılda robotların birlikte yaşadığı, zenginlerin kendilerini dondurup yüzyıl sonra uyandığı bir döneme doğru gidiyoruz. Bunlardan sonra amip yaşamına dönmek dünyanın hatta galaksinin ihtiyacı olacaktır bence. Ama kolu olmayan insana bir kol yapıldığı, iki ayağı olmayan bir hayvana ayak yapıldığı, insandan insana kalp nakli değil doğrudan kalbin yapıldığı yani teknolojinin doğru kullanıldığı bir zaman dilimi de olacak bu süreçte. Bizi daha çok iyi ve çok kötü günler bekliyor bir bakıma. İşte benim ütopyam, bu çok kötü günlerimizde robotların bir araya gelip insanoğlunun açgözlülüğü başta olmak üzere kötü birçok davranışlarından dolayı insanoğlunu bitirmesi. Robotlar olur mu sebebi bilinmez ama insan soyunun bir gün biteceğine eminim. O günden sonra denizler doğa ana tüm canlılar tekrar bir düzene girecek.  Veya Nazım'ın dediği gibi bu dünya boş bir ceviz gibi yuvarlanacak, belki de başka bir gezegenin ışığı yanacak. Yüzyıllar sonrasına dair bunun gibi birçok teoremi incelediğimizde, tam da ortasında yaşamakta olduğumuz şeyle derdim bitiyor. Çok uzun zamandır ülkemizde öldürülen çocukları, tecavüze uğrayan küçücük kızları düşündükçe insanı çıldırtan bir süreçte yaşıyoruz. Başta dediğim gibi sadece ülkemiz değil tüm dünya kötülük metastazına yakalanmış durumda. Ben bunun sonlanmasını çok arzu eden biriyim. Bunu düşününce de yaşanılanları görmezden gelmek veya hiç birşey yapmamak gibi bir düşünceye kapılmıyorum ama biliyorum ki her şey olacağına varacak. Hepimiz gibi iyisi de kötüsü de, demokratı da diktatörü de bir gün ölecek. Bunu düşününce rahatlıyorum.

 

Belki de buluşmamız gereken yer Mevlana'nın da dediği gibi "iyiliğin ve kötülüğün ötesindeki yer"dir.

 

Mevlana çok özeldir benim için. Hayatın sırrını keşfetmiştir bir kere. Ancak ben o kadar ulaşamayacağım yerde değilim. Hiçbirimiz değiliz. İnsan ırkının soyu çürük bana kalırsa. Nüve iyi olmasına rağmen ciddi kırılımlar göstermiş insanoğlu bugüne gelene kadar. Mesela Sapienste akşam yemek için bir tane bizon avlıyorsa, ertesi gün avlamıyor bir başkasını. Doymak için avlanıyor. Veya ektiği patatesi yemek için en fazla takas için kullanıyor. Biraz daha fazla yapayım da yandaki kabileye satalım durumu yok yani. Ama açgözlülük zamanla artınca makine bozuluyor tabi. Bu bozuk makine ile vardığımız nokta ise, insana veya hayvana -fark etmez- tecavüz edenler, kızına tecavüz eden kardeşini şikayet etmeyen babalar ve daha bir çoğu. Son örnek üstünden gidersek, o baba şikayette bulunmasa bile devlet tecavüzcü amcaya ceza veremiyorsa, medyanın da bizim de yapabileceğimiz hiç bir şey yok maalesef.

 

Konuyla doğrudan bağlantısı yok ama bu kadar dolu bir insan olmanızı yaşadıklarınız kadar okuduğunuz kitaplara da bağlı olduğunu tahmin ediyorum. Sonuçta kitap kurdu olduğunuzu bilmeyen yok. Son dönemde tavsiye edebileceğiniz kitaplar neler?

 

Can Gürses diye bir yazar keşfettim. "Ölüyordum Geçerken Uğradım" adlı romanı oldukça etkileyici. Şuan Andre Aciman'ın "Adınla Çağır Beni" romanını okuyorum. Oscar'da yarışan bir filme uyarlandı aynı zamanda. Tiyatro oyunu da var. Murakami sevdamı bilmeyen yoktur zaten:) Son dönemde tarihe merak saldım. "100 Objede Dünya Tarihi" ve "Tanrılar Okulu" benim için her dönem okunması gereken kitaplardandır. Doğu Yücel'in "Kimdir Bu Mitat Karaman" adlı romanı harikaydı. Öyle ki, çok işimin olduğu bir gün tüm işlerimi kenara bırakıp evden çıkmadan bitirdiğim bir kitap oldu. ben bu bahsettiğim yazarları okulda derslerime konu yapıyorum. Edebiyat trombolinine basıp yükseliyoruz. Çok heyecan verici bir şey bu. Böyle heyecanlanan öğrencilerimden biri Metin Pıhlıs'ın tavsiyesiyle keşfettiğim bir yazar daha oldu. Bahadır Cüneyt Yalçın. "Hep Lunapark" isimli kitabını çok tavsiye ediyorum. Hepsinin özel bir edebiyat yaptığını düşünüyorum.

 

Gelelim tiyatroya... Bazen küçük yaşlardan beri büyüdüğünüz çevre dolayısıyla şartlandırıldığınızı düşünüyor musunuz? Sonuçta biraz doktor anne babanın doktor çocuğu olması gibi bir durum da var ortada. Kulisiyle sahnesiyle tiyatronun içinde büyümek nasıl bir duygu?

 

Benim tiyatroyla ilgili anılarım 6'lı yaşlardan itibaren başlıyor. Öncesi de var mutlaka çünkü hem annem hem babam tiyatrocuydu. Terzi olsalardı orada büyüyecektim, devlet memuru olsalardı orada.  Okuldan çıkıp tiyatroya gelirdim mesela. Bir çocuk için basit birşey bu, okul sonrası annesinin veya babasının iş yerine gidiyor. Ama benim gittiğim yer oyuncaklı bir yerdi. Gittiğim yerde bir masanın başında eline kalem kağıt verilen bir çocuk değildim. Ayrıca mesai kavramı yoktu. Gittiğimde bir oyunun provasında olurlardı. Akşam yemeği birlikte yenirdi. kaç oyuncu, görevli varsa -ki çok annem babam olması bundandır-. Sonrasında normal bir ailenin evde akşam yemeğinden sonra çaylarını içtikleri saatte anne babamın asıl mesaisi, tiyatro oyunu, başlardı. Kızım Kavin'le de çok zorlandığım bir konu oldu bu. Saat 5'te evden çıkıyordum diğer anne babaların eve geldiği saatte. Tiyatro Kavin için bir müddet anneyi kendisinden ayıran canavar olarak kaldı.  Tabii burada Kavin'in ben tiyatrodayken annemle evde oturmasının etkisi büyük. Benim gibi okul çıkışı tiyatroya gelseydi, öğrenilmiş çaresizlikle O da normal karşılayacaktı bunu. İlk duygu öğrenilmiş çaresizlik yani. İkincisi de en eğlenceli insanların olduğu yerdi. Oyuncular çok duyarlı vicdanlı araştırmacı kendiyle dalga geçebilen tatlı insanlardı. Ve ben zaten onların hayatını gözlemledikten sonra "başka ne olunabilir" diye düşündüğüm bir yerden oyuncu oldum. Ama bu bir şartlandırılma değildi. Hatta evde bunun çok sohbeti olurdu. Babam sorardı "ne olacaksın" diye. Ben genelde uzayla ilgili şeyler sayardım. Çok ilgim vardı bu konuya. İnanması güç belki ama babam çok destekledi beni. Babam gerçekten benim astronot olabileceğime inanıyordu. Bence de astronot olmak isteyen bir çocuk astronot olabilir. Bu soruyu anneme sorsam "7-8 yaşındaki bir çocuğun uçuk hayalleri" diye düşünürdü. Babamsa inanıyordu. Zamanla tercihim ve ilgim değişti. Bu sırada şakasına bile olsa sahneye çıkmaya başlamıştım, kuliste oturmaktan sıkılınca. Bunların haricinde beceriklilik olarak ta başka birşey yapamayacağımı düşünmeye başladım.

 

Klasik bir soru olacak ama bu bağlamda merak ettim. Tiyatrocu olmasaydım şu olurdum dediğiniz bir meslek veya uğraş var mı?

 

Tiyatrocu olmasaydım yapabileceğim şey sadece eğitimcilik olabilirdi ki tiyatronun içinde bunu zaten yapıyorum. Çünkü devretmeyi devralmayı paylaşmayı seviyorum. Bu yüzden eğitmenlik kısmı başka bir duygu. Aslında ben bunu çok bencil bir yerden yapıyorum.  Kendi çiçeğim solmasın diye. Öğrencim sanıyor ki ben bir şey öğretiyorum. Ben onlardan taze kan oksijen fikir hayal gücü alıyorum. Herhangi bir kitaptan okuyabilecekleri, herkesin anlatabileceği şeyleri anlatıyorum. Benden önce söylenmemiş benden sonra söylenmeyecek hiç bir şey öğretmiyorum aslında. Hiç önemli bir şey yapmıyorum eğitmenliğimde. Ama onlar bana çok önemli bir şey yapıyorlar. Nedeni bu.  Oyuncu olmasaydım kesin eğitmen olurdum. Bunun dışında benim oyunculuktan başka yapabileceğim hiç bir şey yok.

 

Hiç başka bir meslek düşünmediniz o zaman?

 

Düşündüm. Psikoloji, felsefe veya sosyoloji okumayı çok düşündüm. Ama oyunculuğu bitirdikten sonra. Sadece oyunculuğa artısı olsun diye. Ama bir günün 32 saat olması gerekiyordu. Oyunculuktan başka bir şey yapamam derken "yapabilemem" demek istiyorum.

 

Bu kadar büyük bir aşkla sevdiğiniz ve "başka bir şey yapabilemem" dediğiniz tiyatroya tutkunuz varken İstanbul Şehir Tiyatroları'nda komik bir sebeple açığa alındınız. Sonunda geri döndünüz ama 4 ay devam eden zorlu bir süreç olduğunu tahmin ediyorum. Bu dönemi biraz anlatabilir misiniz?

 

Evet zordu. Çok verimli bir süreçti. Çok üzücüydü çok ağladım. Görmedi kimse ama ben ağladım. Çok endişelendim. Hatta çok ahmakça bir düşünceye kapıldım. Bir daha sahneye çıkamayacağımı zannettim. Bunu düşünmek çok komik olsa da o dönem ilkel korkular buna yol açtı. Aslında normalde sahneye çıkıp çıkmamakla ilgili herhangi bir sorunu olan biri değilim. Yani hiç sahneye çıkmayabilirim. Ama başka biri engellediği için, kendi verdiğim bir karar olmadığı için ağırdı. Çok kötü günler olmasına rağmen "aman ben neler yaşadım" diye hayıflanacağım bir durum söz konusu olmadı. Çünkü fıstık gibi arkadaşlarım vardı. Etten duvar ördüler etrafıma. Ve nefis sınavlardan geçtim. Kaybettiğim çok özel dostluklarım ve ailemden bireyler oldu. Buradaki kayıplar çok değerli benim için. İyi ki kaybettim onları. İyi ki onlar, gerçek anlamda, hayatımdan defolup gittiler açtığım kapıdan. Reel anlamda böyle bir şey olmasa da düşünsel ve duygusal anlamda aynen böyle oldu. Bahsettiklerim etle tırnak gibi olduğum yakın akrabalarımdan 2-3 kişi ve annemin doğurmadıklarından öylesine yakın olduğum 1-2 kişi oldu. Onları bağışlamadan ölürüm. Çünkü bağışlanmayacak şeyler "yapmadılar". Bir şey "yapmadılar". Bir şey yaptıkları için değil yapmadıkları için durum bu hale geldi. Bir şey yapmaktan kastım bir telefon dışında yan yana gelmek olabilirdi. İnsan çok tuhaf bir makine. Başarı ve mutluluk paylaşmak çok kolay insanoğlu için. Hep şöyle düşündüm "O bunları yaşıyor olsa ben ne yapıyor ve nerede olurdum?" Tek cevap vardı "orada, O'nun yanında" Sadece telefonda üstünkörü şekilde değil kanımla canımla yanında olurdum. "Sosyal medyada aktifsem, desteğimi paylaşır mıydım?" "Evet, paylaşırdım.". Zaten sadece bir telefon konuşması mesafesindeki insanlardan beklemedim ben bunları, et tırnak olduklarımdan bekledim. O dönemde çok sinirliydim çok gergindim. Ama şimdi dönüp baktığımda bu olay olmasaydı ben hala bu insanlarla hala ortak bir hayat sürecektim. Dertleri derdim olacaktı. Şuan inanılmaz bir hafiflik var hayatımda.

Şems'in çok sevdiğim bir sözü vardır " Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?" Bu sözü yaşamış gibi hissediyor musunuz? Fırat Tanış'la sahneyi paylaştığınız son oyununuz "Ayrılık" bu dönemin meyvesi sanki:)

 

Tam anlamıyla böyle hissediyorum. Ben atıldığım için Fırat beni aradı.  "Çok sevindim atılmana" diye aradı hatta. Ve şimdi Fırat'la sadece sahneyi değil hayatı paylaşmak bu hayatta yapmayı en sevdiğim iki şeyden biri. O'nun Zeynep'ini dinlemek, Kavin'i anlatmak, çizimlerine bakmak, beraber gülmek, beraber sinirlenmek, sahneye çıkmak.. Bu çok değerli. O dönemde Müjdat hocam Mustafa Hocam dışında reel anlamda hocam olmamış ama hepsi ustam olan o kadar çok ve o kadar değerli insan aradı ki. Çok üzgünlerdi. Maddi manevi her türlü yanımda olduklarını söylediler ve öylelerdi. Öyle bir dönem düşünün ki, yandaş medya beni hedef göstermiş, Fetö yazıyor ve altında fotoğrafım var. Ve buna inanan kitleler var. Ben sete gidip geliyorum, sokaklarda yürüyorum. Halkın içinde demek yanlış, halktan biri olarak, bir marangozla veya bir doktorla yan yana sokakta yürüyorum. Normal hayatına devam edebildiğim kadar devam ediyorum. Arkadaşlarım her seferinde sete geliyorlar. Ben anlamıyor muyum neden geldiklerini? Kara kaşıma kara gözüme değil elbet. Manyağın biriyle arama bariyer oluşturmak için geliyorlar. Tam o sırada Fırat başka bir telden aradı beni. Sanki kızıyla ilgili bir şey söylemek için aramış gibiydi. Herhalde haberi yok diye düşündüm. Mutlu bir şekilde "Hayatım atılmışsın" dedi. "İnanılmaz sevindim Sevinç. Birlikte oynamamız için bundan daha güzel bir fırsat düşünemiyorum." dedi. Olayın 3. günüydü aradığında ben ilk defa kahkahalarla güldüm. "Biz Semih (Çelenk, bizim oyunun şahane yönetmeni) Abi' yle Balıklıova'da oturuyoruz. Hadi sana bir tekst atayım da oynayalım biz bunu" dedi ve başladık. 10 sene kadar da devam etmeyi düşünüyoruz. Çünkü Fırat'ın partnerliği ile biz Nisa Serezli -Tolga Aşkıner gibi olduk bu 365 günde. Gerçekten şahane bir insan o.

Fırat Tanış ile yıllara dayanan bir dostluğunuz olmasına rağmen sanırım sahnedeki ilk buluşmanız bu oyun. Ancak yıllardır birlikte oynuyormuşsunuz gibi hissediyor insan. Hatta bana öyle geliyor ki, oyununuzda yıllarca evli kalmış karı koca olduğunuzu seyirciye çok iyi geçirebilmenizin sebeplerinden biri de bu. Kulis, turne yolculukları nasıl geçiyor?

 

Biz Fırat'la aynı yaştayız ve çocukluğumuz, gençliğimiz çok ortak çevrede geçti. Dertlerimiz, mutluluklarımız birbirine çok benziyor. Bunun dışında oyunculuğa baktığımız yer aynı. Oyunculuk Fırat'ın da benimde hayatımızın merkezinde durmuyor. Çok ciddiye aldığımızı bile düşünmüyorum. Çünkü çok ciddiye aldığımız için çok ciddiye alıyoruz.

 

"Bir insan nefes almayı ciddiye almaz, nefes alır" gibi bir durum mu bu?

 

Tam da böyle. Farkında değiliz ne kadar ciddiye almamız gerektiğini. Bir oyuncunun, oyuncu olunca ne olunmadığını çok iyi biliyoruz. Bu mesleği abartıp-o ithamlardaki gibi- elimizde viski kadehleri buzları şakırdatarak denizi izlemiyoruz. Denizi izliyoruz...  Araştırmacı tarafımız çok benziyor. Birbirimizden bağımsız olarak profesyonel sahne hayatını yaşadıktan sonra, oyunculuğumuzu değil ama yaşamdaki hacmimizi ifade etmeye başladığımız zaman, beni atmışlar ve bir araya gelmişiz. Bu oyunun çok iyi olacağını biliyordum ama buradaki iyi olma kavramı "yılın en iyi oyunu" anlamında değil. Biz kendi hedefimize ulaşıyoruz her oyunda. Şunu demiştik başlarken; "Dünya çok kara, haydi biraz gülelim." Bazen öyle oluyor ki sahnede, repliğin içinde gülmekten yüzüne bakamayacak kadar güldüğüm oluyor. Keza seyircinin de sakinleşmesini bekliyoruz, 3-4 dakika gülüşmelerin bitmesini bekliyoruz. Bu muhteşem bir armağan bize. Bu oyun benim için, hangi haberleri okuduğumu ve okuyacağımı, nelere maruz kaldığımızı 1 saat 25 dakikalığına unutturan bir afyon. Seyirci için de aynı şey olduğunu düşünüyorum.

 

Behiç Ak'ın yazdığı oyunda boşandıktan 1 yıl sonra tekrar bir araya gelen bir karı-kocanın hikayesi anlatılıyor. Sonsuz bir zevkle izlendiğinden şüphem yok. Peki "Ayrılıkta sevdaya dahil" diye mi çıkıyoruz oyundan yoksa "Her evlilik aynı tas aynı hamam" diye mi?

 

Bence geldikleri gibi çıkıyorlar. Bu oyun da dahil hiçbir oyunun bir şeyleri değiştirdiğini düşünen biri değilim. Hatta işaret parmağını uzatarak bir şeyler söyleyen oyunların, söylediği şeyin tersini düşündürerek insanları çıkardığına inanırım. Ben de öyleyim çünkü. Oyun değişim sağlamıyor ama oyun esnasında genelde kadın seyirciler Sevinç, erkek seyirciler Fırat oluyor. Çiftlerin birbirlerini dürterek "işte bu sen" işaretlerini görüyoruz sahneden. İnşallah evlilik girdabında bir çift gelmişse ve bunu çocukları için, bir çatı için, bir fotoğraf için devam ettiriyorlarsa, "sevmiyorum ben yanımdakini, gidiyorum." diyebilmiştir. Veya tam tersi bizim sergilediğimiz kadar pamuk şekerli kavgaları varsa ve ertesi gün de mahkemeleri varsa "boşanmasak mı, bence normal bunlar" diyebilmiştir.

Ama genel anlamda insanları değiştiren enerjinin tiyatro olduğunu düşünmüyorum. Bu bir kitap olabilir, müzik olabilir.  Tiyatro başkadır. Tiyatro iyidir. Düşündürür. Kafa karıştırır ki bu en iyi vitamindir.

 

Ayrılık olgusu hayatımızın her yerinde aslında. Evlenmek, boşanmak, işten ayrılmak, askere gitmek gibi herkesin ayrılık olarak yaşadığı hayat basamakları haricinde bir evden taşınmak bile ayrılık olabiliyor bazı insanlar için? Oyundan bağımsız olarak soruyorum, ayrılık sizin için ne anlam ifade ediyor?

 

Doğarken en travmatik ayrılıkla başlıyoruz zaten hayata. Çok güzel bir soru bu. Bir şahıs ilişkisi, arkadaşlık sevgililik bittiğinde beni üzüyor tabi.  Bir gün biter zaten diye başlamıyorum hiçbir ilişkiye. Üstelik bütün birikimim bana bir gün biteceğini daha başında söylerken "bu sefer başka" diyerek reddediyorum baştan yaşanılan ayrılıkları. Üzülüyorum ama ben karar verdiğimde, ortak karar verildiğinde veya karşımdaki karar vermişse ayrılık nefis bir şey. Tamamen başlangıç olarak düşünüyorum. Kopma ve yuvarlanmaya başlama olarak düşün. Koptuğun nokta sokağın köşesine kadar görüyor seni. Sonra sen köşeyi dönüyorsun. Yepyeni bir serüven çıkıyor karşına. Belki daha çetrefilli belki daha huzurlu.

 

Alice'in geçtiği kapı gibi...

 

Aynen. Bu versiyonla barışığım. Fena da değilim böyle ayrılıklarda son 5 senedir. Çünkü ayrılma problemim vardı. Daha doğrusu insanları bırakma problemim vardı. Bunun kökeninin babam olduğunu düşünüyorum. Çünkü orada müdahale edemediğim bir ayrılık var. İnsan gücünü aşan, karşımdakinin veya benim kararım olmayan, hayatın verdiği bir karar var. Bu kararla çok erken tanıştığım için -13 yaşındaydım- problem yaşadığımı düşünüyorum. Bir dram cümlesi kurmuyorum şuan. Acısı da değil bahsettiğim şey çünkü çok kanlı canlı hatırladığım bir babam var.  30 sene geçti üzerinden ama dün gece sohbet etmişim kadar net bir babam var. Öyle bir 13 sene geçirdik. Tüm standart babaları unutmak lazım konu O olunca. Mesela yaşasaydı, ilk birlikte olduğum insanı annemden önce babama söylerdim. Bu zorunlu ayrılık en büyük travmamdı hayatımda. Zaten ondan sonra benden gitmek isteyen insanlara o kadar kolay ve o kadar temiz bir yol verme anlayışım oldu ki. Eşimde de öyle ayrıldım. Zarif bir şekilde. Bunun dışında yaşadığım ayrılıklarda da arkadaşlarımın aklımı kaçırdığımı düşündükleri kadar sakin durdum. Ama akıl kaçırma sakinliğinde değildim. Gerçekten sakindim. Çünkü gitmek isteme hissini çok iyi anlıyorum ve gitmek isteyen birine yapacağın tek şeyin onun gidişini kolaylaştırmak olduğunu biliyorum. Hayatında anlamlı şekilde yer kaplayan biri gidiyorsa hayatından çantasını hazırlarsın, kapısını açarsın, güzelce sarılırsın. Gözyaşların eşliğinde, sümüklerini çeke çeke vedalaşırsın. Hem onunla hem de geçmişinle. Bu kısım hiç öfkeli bir yer değil bende. Bununla birlikte-arkadaşlık veya sevgililik fark etmez- "neden şimdi?" dediğim anlar da olmuyor değil. Çünkü ben bir hayalperestim. Çok masalsı şeylerden hoşlanan biriyim. Ve genelde bu ayrılmadığım insanlarla yaşadığımı zannettiğim masalın bütün örgüsünü kurgusunu rejisini yönetmenliğini ben yaptığım için kendimi o insana karşı kendimi sorumlu hissediyorum. Benim bunalıp karşımdakinin çok hafiflediği durumlarda o kişi için masalı devam ettiriyorum. Şu an çözmeye çalıştığım konu bu. Bundan sonra bir ilişki yaşarsam, taraf fark etmeden gitme hissiyatını anladığım an gitmeyi başaracağım sanırım. Ama biter mi diye başlanan bir ilişkiden ziyade artık birlikte yaşlanacağım, dişlerimizi çıkartıp birlikte gülebileceğimiz bir ilişkiye ihtiyacım var artık.

 

Kişilerden ayrılmak mı, duygulardan ayrılmak mı zordur?

 

Düşünüyorum şu an ama ayıramıyorum, inan. Duygudan ayrılıyorum. Duygu değişiyor çünkü. Ben ayrılmaya karar verdiğimde o duygu ve hatta herhangi bir duygu kalmamış oluyor. Zaten ayrılın temelinde de bu yatıyor. Bırakamadığım şey insan da değil. Kendi kurduğum o masalsı dünya sayesinde deri değiştirmiş olan karşımdaki insanın sanki bensiz çok mutsuz olacağıyla ilgili düşünce asıl zor olan. Duygu veya insanı bırakabiliyorum. Çünkü ben kendi hayallerimi de bırakabiliyorum artık. Bu konuda da hislerime çok güveniyorum. Bir şeyi yapmak istemiyorsam hayır diyebiliyorum. Öğrencilerime hep söylediğim şudur. "Neyi istemediğini bil. Kimi öpmek istemediğini bil, öpmek istediğinle tanışırsın. Neyi yapmak istemediğini bil, yapmak istediğini bulursun"

 

Her ayrılık "veda"yı hak eder mi peki?

 

Hayır. Veda çok kıymetli bir şey. Hainler, sırtlanlar falan vedayı hak etmez. Ben veda etmeden ayrıldım hayatımdaki bazı insanlardan. Çok yakınlarımdı. Soyadımız aynı insanlardı. Veda etmedim. Kendi kişisel vedamı ettim tabi.  Ama o koklayarak sarılarak bahsettiğim vedayı herkes hak etmez.  

 

Çok derinlere daldık, oyuna geri dönelim:) Hayatın içinden olan "Ayrılık" oyunu aslında dünya durdukça devam etse, hiçbir şey kaybetmez gibi duruyor. Kafanızda belirlediğiniz bitim tarihi var mı?

 

Kafamızda 10 sene gibi belirledik ama bence daha da oynayacağız. 20, 30, 40 belki... Bilmiyorum. Ama oynayacağız.

 

Toplum olarak oldukça zor bir dönemden geçtiğimiz muhakkak. Ekonomi, savaş, ideolojik ayrışmalar, baskılar... Eczacının Sesi'ne yazmaya başladığımda paylaştığım bir cümle vardı. "Bu kadar yoğun gündemli bir ülkede yaşıyorsanız kültür ve sanat tek ilacınız olabilir."

Bu dönemde kültür ve sanatın olan ve olması gereken konumlandırmasını nasıl yorumluyorsunuz?

 

İhtiyaçlarımız baskılandığımız damardan besleniyor bence. Olağanüstü Geziden beri, yasaklandıkça, itildikçe yazıyoruz, besleniyoruz. Ve yaptığımız işin gücü ortaya çıkıyor.  Tiyatrolar kapanırsa parklara çıkıyoruz. Oyunlar yasaklanınca adları değişiyor. Çünkü sanat sonsuza kadar kalacak. Ben ülkenin bu tarafından çok umutluyum. Unutmamak gerekir ki her konuda ve her koşulda yasak istek doğurur. Ülkenin ekonomisi için, insanların mental sağlığı için üzgünüm. Dolayısıyla kaçabildikçe insanlar kitaplara, güzel müziğe, güzel insanlara sığınsınlar. Çünkü şu an sanatın sığınak görevi gördüğü bir dönemdeyiz. Korkarım ki yakında sanat sığınaklarda yapılmaya başlanacak

 

Tekrar tiyatroya dönersek, sizce tiyatro genele yayılması gereken bir öğreti mi, yoksa toplumu yönlendirmesi için entelektüel seviyesi toplumun üstünde olan insanlar tarafından yapılması gereken bir okul mu?

 

Asla, tiyatroya entelektüel seviyesi toplumun üstünde olan insanlar tarafından yapılması gereken bir okul olarak bakmak kesinlikle çok kibirli bir duruş olur. Sanatın hiçbir dalında kibre yer yok. Hiç kutsal bir şey yaptığımızı falan düşünmüyorum. Hiç bir seyircinin hayatı bize bağlı değil. Bir doktorun elinin titremesine melekesine, o gününü iyi veya kötü olup olmamasına bağlıdır insan hayatı. Bir oyuncu nasıl böyle bir iddiada bulunabilir? Adı üstünde "oyun oynuyorsun" Onca insanı katılımcı kılıyorsun. Yunan tragedyalarından beri birlikte ağlamak istiyorsan ağlıyorsun, gülmek istiyorsan gülüyorsun ve bir katarsise ulaşıyorsun. Bunda abartılacak kutsallaştırılacak, "sadece bir kesim yapabilir" diye bir durum söz konusu değil. Paylaştığın şeyi aktaramıyorsan bunu tiyatro sahnesinde yapmana gerek yok ki. Git evde yap. Anlatıyorsan bir sebebi olması lazım ama bu sebep bahsettiğimiz gibi insan hayatını değiştirmek falan değil. Tek sebep paylaşmak. Sanat beyin nöronlarını okşar. Hayat yolculuğundaki pırıltıda yardım eder. Var gücüyle bağırarak ne dediğini anlamayan insanları toplayanların yanında sanat bağırmadan "Gel birşey yaptım. Sen de tanıklık et" demektedir. Ve insanı dünya ile bütünleştirir. Daha insan, daha bitki daha ağaç hissedersin kendini. Bu anlamda çok kutsallaştırılmaması gerektiğine de çok eminim. Sanatın da insanın da kibirli ve narsist boyutunu ise çok tehlikeli bulurum.

 

Bu keyifli sohbet için çok teşekkür ederim. Söyleşimizi zirzop bir soruyla kapatıyoruz.

Bir ay boyunca hiç kitap okumamak mı, tiyatroyla hiç ilgilenmemek mi?

 

Hiç tiyatroyla ilgilenmemek. Kitapsız yapabileceğimi düşünmüyorum.

 

Sevinç Erbulak...

Başta dediğim gibi "satır satır okunması gereken başucu kitabı" gibi öylece yerleşiverdi hayatımın ortasına.

Coşkusu, içtenliği, gözleriyle gülüşü, inatçı dik duruşu ile Zeynep'ti aslında hala…

Ama büyümüştü Zeynep..

Zeynep'le beraber bizler de büyümüştük.

 

Hoşçakal Zeynep…

Bir gün yine görüşeceğiz...

Belki başka bir hayatta,

Ama mutlaka...



Dosya

Özgür Köşe

Dünyada Eczacılık

Sektörel Bakış

Çepeçevre

Kültür Sanat