Ecz. Süleyman ARSLANTÜRK
Öğretmenim HÜSEYİN YURTTÜRK ile…
1932 Yatağan/Acıpayam (Kızılhisar) /Denizli doğumlu, 1950 Gönen Köy Enstitüsü mezunu öğretmenim Hüseyin YURTTÜRK, Yatağan İlkokulu’nda, 1956-57 ve 1957-58 döneminde ilkokul 4 ve 5. sınıflarda öğretmenimiz idi.
Öğretmenimiz okulumuza geldiğinde, meslek acemiliğini atlatmış, yirmili yaşların ortasını aşmış, orta boylu, yakışıklı, hareketli, iddialı bir öğretmendi; tam kendini gösterme, kendini kanıtlama çağındaydı.
Eşi Feride Hanım, küçücük Hülya çocuk ve Mustafa bebekle, öğretmenler lojmanında gözde bir aile idiler.
Acıtıcı kulak bükmesi, çekmesi ve net ve sert tokadı vardı.
Bizler de küçük çocukluktan büyük çocukluğa, derslerin isim isim belirginleştiği, ciddileştiği, okulun sonuna yaklaşıldığı dörde geçmiştik.
1952 yılında, 50 civarında minik, cıvıl cıvıl, vicir vicir, kıpır kıpır ilkokula başlamıştık. Öğretmenimiz Fatma KOÇER, bir gün “susun bakayım, herkes yerine otursun; kim en sessiz ve en güzel oturursa onu başkan seçeceğim” diye bağırdı. Sınıf gerçekten sessizleşti, herkes kendi yerine geçti. Bir yıl önce kayıtsız olarak bir ay kadar okula devam etmiştim, yaşın küçük yazılmış diye kayıt yapılmamış ve sınıftan zorla çıkarılmıştım. O deneyimimle öyle sessiz, öyle güzel oturdum ki, öğretmen beni başkan seçti. Ondan sonra da hep başkan seçildim.
İkinci sınıfta, Atatürk’ün Anıt Kabir’e naklini radyodan göz yaşları içinde dinledik.
Üçüncü sınıfta, öğretmenimiz Şevket ASLAN, diş fırçası üzerine bir leblebi tanesi kadar diş macunu sıkarak diş fırçalamayı anlattı ve kovada dişlerini fırçaladı.
Dört işlemi, okuma yazmayı, hayat bilgisini de öğrendik.
Küçük çocukluktan büyük çocukluğa terfi ettiğimiz dördüncü sınıfa genç öğretmenimiz Hüseyin YURTTÜRK ile hızlı başladık. Derslerin ciddiyeti yanında kültür ve sosyal alanda da, beden eğitimi dersinde de ciddi idik. Ciddiyetimize rağmen, büyük çocuk olmamıza rağmen, küçük hatalarımızdan zaman zaman kafalarımız tokuşturuldu, hala acıtan tokatlar vuruldu. Temizlikten, ciddiyetten hiç taviz vermeyen öğretmenimiz sınıfta kümeler oluşturdu, yarıştırdı, okuldan sonra evdeki çalışmamızı da kontrol altına aldı.
Sınıf başkanı, çalışkanı, okul duvar gazetesi başyazarı olarak öğretmenimize yakın idim. Doğal olarak da arkadaşlarıma daha yakın idim.
Bir gün kasabanın sağlık sorunları ile ilgili röportaj için kasabanın ebesine gönderdi. En başarısız röportajım oldu, daha doğrusu birşey olmadı. Benim sorularıma yanıt vermeyen ebe, sen kimin oğlusun, seni kim gönderdi, sorduklarını ne yapacaksın gibi sorularla beni çok bunaltmıştı.
Öğretmenimiz, mahallelere göre evde çalışma kümeleri kurdu. Harita yapmayı öğretti ve “Hangi kümenin haritası en güzel olursa duvara o asılacak” diye her ay birer bölge haritası ile yarıştırdı. Yedi bölgenin yedisinde de bizimki asıldı. Tiyatroda da başrol oynadım.
Dörtten beşe koşarken pek çok arkadaşımız sınıfta kaldı. Beşinci ve son sınıfa 26 kişi geçebildik.
O yaz tatilinde sapanla kuş avlarken öğretmenimiz beni gördü; benden hiç beklemediği bir şeydi, bütün karizmam çizildi.
Gördü ama, “gördü mü görmedi mi?”. Hemen kaçtım. Okul açılana kadar hatırladıkça utandım, sıkıldım, küçüldüm, korktum. O uzun yaz boyunca, beşinci sınıfta öğretmenimiz olmasa diye bütün bildiğim duaları okudum.
Dualarım tutmadı. Utançtan kurtulamadım. Beşte de öğretmenimiz oldu. Uzun bir süre ne zaman bir kenara çekip, kulağımı ne kadar çekip ne kadar acıtacağını, burkacağını, kaç tokat atacağını bekledim.
Bulgaristan göçmeni bir Türk ailesinin, Bulgaristan’da Türk çocuklarının okul yaşamı, ailenin göçü ve Türkiye’ye girişi serüvenini anlatan oyunun başrolü değil ikinci rolü vermek istedi. Dördüncü sınıfta başrolde başarılı idim, niçin ikinci rol olsun diye büyük bir riske girerek kabul etmedim. Kırmadı, istediğim rolü verdi. Oyunu çok başarılı oynadık, kasabada ünlü olduk. Yıllar sonra benden beş-on yaş büyük bir hanıma eczacı olarak tanıtıldığımda, “tanıyorum, tanıyorum, ben onu ilkokuldaki müsamereden (o zaman tiyatroya müsamere deniyordu) tanıyorum. O oyunda çocukken ne kadar da büyük gibi idiniz” demişti. Yıllar sonra oyunculuğum eczacılığımın rantını geçmişti.
Okulumuza yeni başöğretmen gelince öğretmenler ikiye ayrıldı. Öğretmenimiz başöğretmene limoni taraftandı.
Bayramın biri, komşu Yüreğil Köyü İlkokulu ile birlikte kasabamızın meydanında birlikte kutlanmıştı. Kutlamalarda sanki Yüreğilli öğrenciler daha baskın olmuştu. Bu durumu, bir kompozisyon ödevinde vurgulamıştım. Öğretmenimiz yazımı öğretmen odasında okumuş. Başöğretmen beni gizlice sorguya çekti. Senin anlayamayacağın konular var dedi. Olup bitenleri az çok anlıyordum, konuyu öğretmenimize iletmedim, yangını körüklemedim.
Sınıfta bazı konuları öğretmen yerine kümeler anlatırdı. Anlatım bitince isteyen konu ile ilgili istediği soruyu da sorardı. Bir defasında bizim küme o kadar güzel anlatmıştı ki, öğretmenimiz açıktan değil ama, gözleri ile küme başkanı olarak bana teşekkür etti, tebrik etti ve “çok güzel olmuş, bunları bir alkışlayalım” diye sınıfa alkışlattı.
Okulu bitirme sınavları yaklaşırken öğretmenimizin askere gideceği duyuldu. Öğretmenimizin ve bizlerin motivasyonu bozuldu.
Veda konuşmasında epey konuştu ve güzel konuştu. Artık büyüdünüz, hayata karışacaksınız, şöyle olacaksınız, böyle yapacaksınız gibi öğütler verdi. Güldü, bana baktı ve laf attı: “Mesela, Süleyman bundan sonra artık sapanla değil, tüfekle kuş avlar herhalde” dedi.
Numara sırasına göre el öpüp uğurlama merasimi başladı. Herkes masasına gidip elini öperek vedalaşıyordu. Masama kapanıp ağlamaktan sıra bana geldiğinde kalkıp gidemedim. Sıra bitince yanıma, sırama geldi gene ağlamaktan kafamı kaldırıp vedalaşamadım. Ağlamam evde de devam etti. Olay babama da iletildi. Hiç sert tavrını görmediğim babam da başıma gelip “Yeter, yeter, ne ağlayıp duruyorsun, onlar askere mi gidiyorlar, şimdi askerlik mi var, iki yıl gülüp oynayacaklar; biz kaç yıl, nasıl askerlik yaptık biliyor musun sen, bize ağlayan mı oldu?” diye azarladı.
15 gün sonra son sınıf sınavları oldu, okulu bitirdik, diplomalı olduk, büyüdük, çok önemli işlerimiz, çok acelemiz varmış gibi pırrrr bir yerlere, değişik değişik yerlere uçuştuk, kaçıştık...
Neler olduk neler, neler olamadık neler.
Uçtu gitti, kaçtı gitti, ağarttı gitti, sattı gitti sayısı elliyi bulan yıllar.
Dağılışımızın ellinci yılında, 24 Mayıs 2008’de Yatağan’da, okulumuzda, sınıfımızda, öğretmenimiz Hüseyin YURTTÜRK huzurunda, numara sırasına göre Nurettin KARABABA, Halil OĞUZ, Ömer AKŞİT, Şehnivar ÖZKAN, Aydın BAYKARA, Abdullah KARAKAYA, Mustafa ÇALHAN, Süleyman ARSLANTÜRK, Mehmet Emin GÜLCENBAY, Melike HORASANLI, İsmail DURMAZ, Kamil AKTAŞ, Yavuz KAYA, Mehmet Emin DEMİRBİLEK, Mehmet GÜLCENBAY, Fevzi AYDOĞAN, Ramazan DEMİRÖRS, Ali YÜCEDAĞ ve rahmetliler Abdurrahim KAYA, Lütfi AYDOĞAN, Hacer YURTTÜRK ruhları ile toplandık. Son “Türküm, Doğruyum, Çalışkanım”ımızı söyledik. Yarım gün yeniden tanıştık, konuştuk, anlaştık, ağlaştık, sarıldık velhasıl çocuklar gibi şendik. En iyi şiir okuyan, duygulandıran, okurken insanı dipdiri kılan, için için ağlatan Melike HORASANLI arkadaşımıza, bütün ısrarlarımıza rağmen “Bayrakları Bayrak Yapan” şiirini okutamadık. Sınıfın en yaramazı, en ele avuca sığmayanı, tutulamayanı Ramazan DEMİRÖRS, “Ben, sırf sizlerle birlikte olabilmek için, dördüncü sınıfta sizi iki sene bekledim” dedi.
Bastonlu öğretmenimiz gep genç idi.
1950 de ilk görevi için, Acıpayam/Gılman (Tefenni/Belkaya) köyüne eşekle yolculuğunu, öğretmene hasret köyün yokluklarını, dört duvar içi boş binayı, elleriyle, öğrenci olacaklarla nasıl okul haline getirdiklerini, ilk mezunların heyecanını, maceralarını gururla, keyifle anlattı. “Hayat Bilgisi Dersi” aynen o yıllardaki gibi taptaze idi.
Askerliğini, Yüreğil, tekrar Yatağan, Kızılhisar (Serinhisar)’daki öğretmenliklerini, Denizli İbrahim Çallı ve İstiklal okullarındaki müdürlüğünü, 1977 yılında da emekliliğe geçtiğini kısaca anlattı.
Bazı sağlık sorunlarına rağmen, öğrencilerinin anıları, başarıları, gururları ile, eşinin, kızının, oğlunun, torunlarının yardımları ile konforlu bir emeklilik sürdürmekte olduğunu anlatmıştı.
Bütün öğrencileri ve misafirleri de ikindi çayında evinde ağırlamıştı.
Rüya mı gerçek mi idi? Geldi geçti.
26 Eylül 2018 akşamı, saat 22.30 sıralarında uyuklaya uyuklaya gazete okurken telefon çaldı. Sınıfımızın en aklı başında olanı, çaktırmadan çok çalışanı, büyük insan gibi ders anlayanı, öğretmen gibi ders anlatanı, okulumuzun, kasabamızın en başarılı öğrencisi, doktora derecesine kadar eğitim sürecini, hiç düşüş yaşamadan hep zirvede sürdüren Aydın BAYKARA . “Öğretmenimiz göklere uçmuş” dedi.
Uyuklayan gözlerimden iki damla sızdı.
Ramazan Demirörs ile paylaştım. “Sesim çıkmıyor, bütün arkadaşları arar mısın” dedim.
Öğretmenimizin yeğeni, arkadaşım Kazım Güner’i aradım. “Nefes alamıyorum, sesim çıkmıyor, katılamayacağım” dedim. Hayır, hayır seni orada bırakmam, sabah gelip alacağım” dedi ve aldı, götürdü, getirdi. Sağolsun...
27 Eylül 2018 günü, Yatağan’da, temiz, güneşli, güzel, serin bir havada, ikindi vaktinde, kalabalık bir ortamda sonsuzluk makamına uğurladık...
Hüseyin YURTTÜRK, Şevket ASLAN, Fatma KOÇER öğretmenlerimiz ve erkenci arkadaşlarımız rahmetler altında, iyi ruhlar arasında, nurlar içinde olasınız...
Sevgili arkadaşlarım, kendinize iyi bakasınız...