Uzm. Dr. Nimet Büyükuygur

“Fakültede son sınıfta bir oyun oynadık. Meselâ ben İtalyalı bir kont oluyorum vak'a ortaçağda geçiyor, telefonla konuşuyorum, olacak şey mi? Bir ampul sarkıtılıyor mehtap diye, bir kova içine sopa dikiliyor havuz diye, çevresinde serenat yapıyorum. Buna dayanarak benim için tiyatroyla ilgili, derler. Fakat iyi ki tiyatrocu olmadım. Tiyatrocular aç kalacaktı. Bize teşekkür borçları var, çünkü ben bu tarafa eğildim, bu taraf battı.”

“Gülme bunlara, doktor gülmez, tebessüm eder”

Bu sözlerin sahibi Prof. Dr. Sami Zan; hiç kuşkusuz İstanbul Tıp Fakültesi’nin Anatomi bölümünden gelmiş geçmiş en renkli kişi, en sevilen hocadır.

1948 yılında asistanlığa başladığı kürsüye 1980’de başkan olmuştur. Ölümüne kadar kendi tarzı ve üslubu ile derslerini hazırlamış, özgün anlatımı ile sadece Tıp Fakültesi değil, Beyazıt Merkez Kampüs ’teki Hukuk – İşletme – Fen Fakültesi öğrencilerinin Çapa’ya akın edip anfileri doldurduğu yetmezmiş gibi, koridor boyunca ayakta ders dinlemesini sağlamış mükemmel bir eğitimciydi.

“Bu kalabalık dinleyici grubunu neye bağlıyorsunuz?” diye, soranlara

“Esası şöyle; ben ders dinlerken canım sıkılıyordu, uyku bastırıyordu, anlayamıyordum. Nasıl daha iyi ders anlatılır? Bir benzetme, bir şaka, hayattan klinikten bir hadise eklense daha iyi olur derdim ve aynen uyguladım. Klâsik çerçeveyi parçaladım. Bir konunun kalbine girerek nasıl anlatılacaksa, öyle anlatırım. Şema gerekiyorsa şema, maket gerekiyorsa maket, güldürü gerekiyorsa güldürü. Bülbül nice nağmeler yapar, kulağa hoş gelir, bülbül konservatuara mı gitmiştir? İçinden gelen duygularla yapar bunu. Ben de öyle yaptım”

 1978-1979 ders yılında ben de sevgili hocamın derslerini hevesle takip etmiş biri olarak çok doğru yaptığını, söyleyebilirim. Halâ “perine” bölgesini anlatırken, modern sanat eserlerini andıran maketleri gözümün önünden gitmez, ya da kendini penis yerine koyarak bu bölgeyi kanlandıran damarları temsilen sırtına dayadığı sopa hatırımdadır. Hocayı benim gibi pek çok öğrencisi gülümseyerek hatırlar. Öğrettikleri sadece her yerde bulunabilecek klâsik Latince adlar değildi.  “Filozofik anatomi” anlatırdı. Hınca hınç dolu amfiye giren kısa boylu, uzun beyaz gömleğiyle daha da yere yakın görünen, güleç yüzlü, mütevazı profesör derse yan konular adını verdiği bölümle başlardı. Yan Konular” bazen gazetelerden kesilmiş güncel konular, bazen aklına takılmış bir kelime, bazen derin felsefi yaklaşımlar olurdu. Çocukluğunu, gençliğini anlatır, buradan hayat dersi çıkarmamızı isterdi.

“Kendimi hissettiğim zaman ailemiz maddi bakımdan güç bir durumdaydı. Babam Atatürk’ün Özel Kalem Müdürü’ydü. Fakat genç yaşta öldü. Annemle iki kardeşim ortada kaldık. Ben okuyup, annemi kurtarmak istedim. İlkokulu birincilikle bitirdim. Sonra parasız yatılı okula girip başarıyla bitirdim. 1940-1941’de Sağlık Bakanlığı hesabına Tıp Öğrenci Yurdu’na girdim. Fakülteyi birincilikle bitirdim. İhtisas yapmak istedim, fakat bana bu olanağı tanımadılar, hükümet tabibi olarak Mardin’in Hazak kazasına tayin ettiler. Bir sene anacığımla orada kaldım. Evler yerin altında inler şeklindeydi. Biz de yerin altında oturduk. Resimlerim vardır. Bu bana büyük bir darbe olmuştur. Ben memleketin gerçek durumunu orada öğrendim. O zamana kadar havada uçuyordum. Sonra üniversiteye başvurdum. Mesleğimde Dahiliye veya Kadın Doğum İhtisası yapmak istiyordum. Anatomide boş asistanlık olduğunu bildirdiler, başka yerde çalışmam yasaktı. Bu şartlarda 1948’de asistanlığa başladım. O yıllarda Anatomi ’de “adam” yoktu. Bugün de yok, yarın da olmayacak.

Kadavra salonunun kendine özgü bir çalışma sesi vardır. “Mırmırmır” diye... Bir gün öğrenciler bu şekilde çalışırken, birdenbire içimden bir ağlama geldi.

 “Ben” dedim. “Bu kadar sene bunun için mi çalıştım?” Kendimi zor tuttum. Etrafıma baktım, herkes çalışıyor. Birden aklım başıma geldi. “Bu benim kaderimmiş. Ben kaderime razıyım” dedim, iyi demiş miyim?

Kader size bir limon verirse, siz onu limonata yapınız. Kader daima ekşi limonlar verir, hem de çok sık. Ben de o ekşi limonu sizin gibi şekerlerle öyle güzel bir limonata yaptım ki, bugüne kadar içmeye doyamıyorum ve doyulamaz.

Para kazanamadım ama bu güzel eşsiz kalplerinizi kazandım. Bundan büyük kazanç düşünemiyorum.

Bence, en acınacak insan, görevinde ücretten başka bir şey almayandır” diye, bağlayıp derse geçtiğinde herkes can kulağı ile dinlemeye devam ederdi.

 Hocası Ord. Prof. Zeki Zeren asistanlığında ettiği eza cefadan başka öğretim üyeliği sırasında ders paylaşımında kimsenin anlatmak istemediği “Ürogenital bölge anatomisini” Sani Zan’a vererek bir kez daha cezalandırdığını sanmıştı, herhalde. Oysa bu konuyu anlatmanın öyle pratik, öyle kolay yollarını bulmuştu ki, belki de şöhretinin önemli kısmı, dersi dolduran kalabalığın nedeni bu olmuştur.

Öyle hissediyorum ki, sadece “belden aşağı” konuları anlattığını düşünerek derse gelenler dinledikleri karşısında mahcup olmuşlardır. Derslerde konuları en temel biçimde açıklardı. “Evlâdım, önemli olanı anlatacaksın, soracağını gizlemek yok. Anatomi öyle zor bir daldır ki, gece yatarsınız küçük dallar gider kafanızdan, bir gece sonra ana kütükler gider. Yani anatomi hocası, anatomi hocasını anatomiden bırakabilir. Zaten biliyorsunuz son sınıfta bir öğrenci kolunu (humerusu) gösterip “Hocam, tek bunun femur olduğu kaldı aklımda” dedi.

Ben Ordinaryüs Profesör değilim. Zeri Zeren koridordan geçerken bile yerler titrerdi. Beni iyi eğitti. Ama ben hiçbir öğrencimi böyle şaşırtmadım. Diseksiyon odasında vaktiyle Zeki Hoca kafatasının üzerindeki bir deliğe takmış bir “Çengel” sınav yapıyor. Ben her şeyi biliyorum. O deliğim ismi aklıma gelmiyor. Durdum, düşündüm, titredim, altıma yapacağım hocanın korkusundan, yok aklıma gelmiyor. Hocam bilemedim demeye kalmadı elindeki kemiği kafama fırlatıp “Ona Zeki Zeren deliği diyelim. Aslında öyle bir delik yok bakalım ne diyeceksin diye, seni imtihan ettim demez mi?”

“İyilik belki unutulur ama ölmez. Kötülük ölür ama unutulmaz.” Tabi ben de bazı sınavlarda öğrencileri bıraktım ama şu anımı hep hatırlarım. Birinci enfarktüsü geçirdikten sonra bir öğrencim başucumda ağlıyor. Kendini tanıtmasını istedim. “Beni doktorada bırakmıştınız.” dedi. Böyle deyince eşekten düşmüşe döndüm. İşe bak! Geçirdiğim değil, bıraktığım öğrenci ağlıyordu. Nasıl kaldığını anlattı; Üç soru sormuşum bilememiş. Sonunda nereyi biliyorsan anlat demişim, onu da anlatamamış. “Hocam, tatmin edemedim, Ekim’de geleceğim.” Demiş, sonra zebella gibi hazırlanmış, fakat ben hastayım, diğer bir hocadan girmiş. Bayağı didiklemiş hoca onu fakat sonunda geçmiş. Dedi ki “Kalırken duyduğum zevki, geçerken duymadım. “Kalırken siz benden yanaydınız, geçerken ise hoca bana karşıydı.”

Yüce gönüllü bir insandı ama şanssızdı belki de. Kendi hayat denklemini şöyle açıklardı:

Çalışma 10 x Doğruluk 10 x Bilgi 10 x Güzellik 10 x Şans 0 = 0

Sami Zan öğrenciyken verdiği bir seminerde, mezuniyetten hemen sonra bir doktorun evlenmesinin uygun olup olmadığı tartışılırken bir doktorun en kötü koşullarda bile, sünnet yaparak para kazanacağını iddia etmiş. İlk görev yerine giderken, bir hemşireden borç alarak sünnet için gerekli malzemeyi düzmüş. Fakat bu da hüsran…

 “Ben kral olsaydım, krallık dünyada yasaklanırdı. Kara bahtım buraya da yetişti. Hükümet tabibi olduğum İdil İlçesinde halkın çoğunluğu Süryani Hristiyan, sünnette daha siftahım yok.”

Kendine borç veren hemşireyle evlenerek hayatına devam eder.

“Rahmetli yengeniz, hemşire idi. Hoca olduktan sonra ona “çalışma” dedim. Fakat bunu kabul etmedi. Paralarını biriktirmiş bir gün “kat alacağız” dedi. Bugün onun aldığı katta oturuyorum ve o katı boyamaktan acizim.”

“Yirmi yedi yıl evli kaldık vefatından sonra gömleğim simsiyah oldu. Kimse yardım etmedi, evlenmek zorunda kaldım.  Düşmüştüm ayağa kalktım. Bir ağaç yıkılmadan kökünün kapladığı yer belli olmaz evlâdım.”

“Aşk, her yaşta insana musallat olan bir hastalıktır.”

“Sevmek oturup birbirine bakmak değildir, belki beraberce aynı yöne bakmaktır.”

“Dilediğin gibi yaşa, nasılsa öleceksin!”

“Yalnız, yükselmek için kendi ayaklarınızı kullanın, başkalarının sırtı ve ellerini değil.”

“Hekim hastasını nadiren tedavi, genellikle teselli eder.”

Sözleri, benim gibi nicelerinin kulağına küpe olmuştur.

“Yolun ilerisini göremiyorsanız, dönemece gelmişsiniz, demektir”

1983’te sizinle konuştuğumda bir anatomi kitabı yazmayı istiyordunuz.

“Derslerdeki atmosferi yansıtmayı planlıyorum. Ne kadar ayrıntılı olsa, comparative anatomi eklesem mi?” diye düşünürken, bir arkadaşınız “Hocam kitabı öyle bir yazınız ki, orada şahsiyetiniz belirsin, siz konuşun o kitapta, okuyan sizi dinlesin, sizinle konuşsun.” dedi. Bulursam kendine teşekkür edeceğim. Kitapta da klâsik ölçüyü parçalayacağız inşallah, öğrenci roman gibi, okuyacak, zevkini çıkaracak, mesleğine ilgi duyacak, konuyu canlı olarak uygulayacak.”

Yeni bir enfarktüs izin vermedi kitabın yazılmasına ama, siz tüm öğrencilerin kalplerinin “Ordinaryüsü” olarak kaldınız.

 



Dosya

Özgür Köşe

Dünyada Eczacılık

Sektörel Bakış

Çepeçevre

Kültür Sanat