ÜMİT ŞAHİN (*)
Küresel iklim değişikliğinin çözümü için hazırlanan tek bağlayıcı uluslararası anlaşma olan Kyoto Protokolü gündeme geldiğinde, iki karşıt uçtan da bir küçümseme duyuluyor. Başını ABD'nin çektiği Kyoto karşıtları protokolün yanlış bir yöntem olduğunu, küresel ısınmanın ancak ülkelerin tek başlarına uygulayacakları, kendi özel şartlarına uygun ve yeni teknolojilere dayalı yöntemlerle çözülebileceğini söylüyor. Bunu da, küresel ısınmanın var olduğunu kabul etmek zorunda kaldıkları son bir iki senedir dile getiriyorlar, daha önce iklim değişikliğini reddediyorlardı. Radikal ekolojist kanattaki bazıları ise Kyoto'yu hiçbir işe yaramayacak bir kandırmaca olarak görüyor, sanayi ülkelerinin göz boyamak için uydurdukları bir anlaşma olduğundan dem vurarak Kyo-to'ya dayalı çözümleri "teslimiyetçilik" olarak adlandırıyor.
Bu yıl Küresel Eylem Grubu'nun organize ettiği 4 Kasım küresel ısınma eylem gününün ana sloganı "Küresel Isınmayı Durdurun, Türkiye Kyoto'yu İmzala!". Neden Türkiye de Kyoto'yu imzalamalı?
Ekolojik krizin iyice belirgin hale gelmesiyle uluslararası çevre anlaşmalarının doğuşu aynı zamanlara, 1970'lerin ilk yıllarına rastlıyor. 1972 Stockholm Bildirgesi ile başlayan ve 1992 Rio zirvesinde en üst düzeye taşınan bu anlayış, başarılı örneklerinden birini Montreal Protokolü ile vermiş ve ozon tabakasına zarar veren gazların yasaklanması bu yöntemle sağlanmıştı. Kyoto Protokolü de bu sürecin ürünlerinden biri olarak dünya ülkelerinin Rio zirvesinden iki yıl önce başlayan bir müzakere sürecini önce ilkesel bir sözleşmeye, 1997'de ise somut hedeflere dönüştürme-siyle ortaya çıktı.
Kyoto Protokolü'nün hedefleri çok yetersizdi. Bugün bilim çevrelerinin yaptığı çalışmalara göre, küresel ısınmanın durdurulabilmesi için 2050 yılına kadar küresel düzeyde yüzde 8o'i aşan bir emisyon sınırlaması gerekiyor. Bu sınırlamaların 2030'a kadar yüzde 60 civarında olması gerek. Oysa Kyo-to'nun koyduğu hedef, sera gazı emisyonlarının 2008-2012 yılları arasında 1990 düzeyine göre ortalama yüzde 5,2, en fazla yükümlülük altına giren AB ülkeleri için bile sadece yüzde 8 azaltılması. ABD uzun pazarlıklar sonunda varılan bu yetersiz hedefe uymayı bile reddetmişti.
TÜRKİYE'NİN MIZIKÇILIĞI
Türkiye'nin tutumu ise tam anlamıyla "mızıkçılık". Türkiye, sözleşmeden doğan yükümlülüklerini yerine getirmek için gerekli yasaları hazırlamak yerine yükümlülük listesinden çıkmak için kulis yapmayı tercih etti. Yıllarca uğraştıktan sonra sözleşme eklerinden birinden çıkıp kendi özel şartlarını kısmen de olsa kabul ettirmeyi başardı, sözleşmeyi 12 yıl ayak sürüdükten sonra 2004'te Meclis'ten geçirdi, diğer ülkelerin yıllardır yaptığı envanter çalışmasının ilkini de ancak bu yıl yayımlayabildi. Kyoto Protokolü'nün tartışmalarına bile katılmayan Türkiye, her zaman petrol, doğalgaz ve kömüre dayalı ekonomik büyüme hakkını, yani küresel ısınmayı artırma hakkını savundu.
Emisyon azaltmak ne demek, "bizim özel şartlarımız var" demeyi sürdürmek neye yol açıyor? Karbondioksit emisyonlarını azaltmanın bütün ülkelere bu kadar zor gelmesinin nedeni çok açık. Karbondioksit çıkaran işlemlerden vazgeçmek ya da bunları azaltmak, kömürle çalışan termik santralleri kapatmak demek, doğalgaz bağımlılığını azaltmak demek, benzin ve mazotu adeta içen motorlu taşıt trafiğini sınırlamak, otomotiv endüstrisini küçültmek ya da değişikliklere zorlamak, uçak yolculuklarındaki hızlı büyümeyi durdurmak, karbon emen ormanların sınırsız bir kaynak olarak görülmesinden ve yok edilmesinden vazgeçmek demek. Bütün bunlar, enerji yoğun endüstrilere ve aşırı tüketime dayalı kapitalist ekonomiler için kriz demek.
Peki, Türkiye iklim değişikliği sözleşmesini onaylamaktan ve Kyoto Protokolü'ne taraf olmaktan kaçtığı 90'h yıllar boyunca ne yaptı? Çevresinde yaşayan insanların astım ve kalp hastası olmasına neden olan ve doğayı yok eden Yatağan, Gökova gibi kömürlü termik santrallara Sugözü, Çan gibi yenilerini ekledi. Yeni termik santraller açmaya, yenilerini planlamaya devam ediyor. Türkiye bu yıllar boyunca doğalgaz bağımlılığını sınırsızca artırdı; yeni otoyollar, köprüler, havaalanları yaparak ulaşımda tamamen otomobil, otobüs ve uçağa, yük taşımacılığında ise kamyonlara bağımlı hale geldi. Deniz ve demiryollarını yok saydı, petrole iyice bağımlı hale geldi.
İMZALAMAK GEREK
Kyoto, yetersiz bir anlaşma, bunu söylemeden söze başlayan kimse yok dünyada, ama en azından bir sembol. Kyoto'yu imzaladığınız ve kendinizi belirli bir emisyon sınırlama yükümlülüğüne soktuğunuz zaman ekolojik bir devrim yapmış olmuyorsunuz, ama en azından "Evet, iklim değişikliği var, üstelik insan kaynaklı ve ben de ülke olarak bundaki payımı kabul ediyor ve iklim değişikliğinin durdurulması için üzerime düşeni yapmaya, hatta bunun için bana uluslararası yaptırımlar uygulanmasına bile hazırım" demiş oluyorsunuz. Öyle olmasaydı, ABD hükümeti Kyoto'ya bu kadar direnir miydi?
Türkiye'nin Kyoto Protokolü'nü yürürlüğe girmesine henüz iki yıl varken bir an önce imzalaması gerekiyor. Bu, karbon emisyonlarını hızla artıran, iklim değişikliğinde pay sahibi ilk 20 ülke arasına hızla yükselen bir ülke olarak Türkiye'nin görevi. Eğer Türkiye yanlış tanımlanmış ulusal çıkarları uğruna direnmeye devam ederse, bu bize daha fazla kirletici termik santral, daha fazla pahalı doğalgaz anlaşması, daha fazla otomobil ve petrol bağımlılığı olarak geri dönecek. Kyoto'yu imzalamış bir Türkiye yeni termik santrallar yerine rüzgâr ve güneş potansiyelini kullanmaya başlamak zorunda kalacaktır. Demiryollarını ve deniz taşımacılığını geliştirmek, ormanlarını korumak ve güçlendirmek zorunda kalacaktır.
Türkiye kirli, pahalı ve bağımlılık yaratıcı fosil yakıt ekonomisinden çıkmak, yenilenebilir kaynaklara dayalı, tarımsal üretime ve yerele ağırlık veren bir ekonomiye geçmek zorunda. Bunun için önce Türkiye'nin Kyoto'yu imzalamasını istemek yeterince gerçekçi bir başlangıç.
(*) Türkiye Yeşilleri İklim Değişikliği ve Küresel Ekoloji Koordinatörü, Küresel Eylem Grubu üyesi